'Nefes alamiyorum': Baskaldirinin farkinda misiniz?

[Protest in New York City, 4 December 2014. Image by The All-Nite Images, via Flickr.] [Protest in New York City, 4 December 2014. Image by The All-Nite Images, via Flickr.]

'Nefes alamiyorum': Baskaldirinin farkinda misiniz?

By : Cihan Tugal

`Nefes alamıyorum`: Başkaldırının farkında mısınız?

Artık tescillendi. Dünya sistemi derin bir krizde. Balık baştan kokarmış. Sistemin önderi Amerika Birleşik Devletleri ilk olarak 2011’de sallanmıştı. Şimdi ayaklanmalar yine hayatı kilitlemeye doğru gidiyor. Temmuz’dan Aralık’a radikal sokak eylemleri durulmadı. Üç yıl önceki “İşgal Et” eylemlerinde sistemin ekonomik, eşitsizlikçi boyutu ön plana çıkmıştı. Bugün siyasi boyutu dikkat çekiyor. Neresinden tutsanız, devam ettirilemeyecek bir neoliberal hegemonya yani.

Ağustos’ta Ferguson, Temmuz’da ise New York cinayetlerinde “yeni” olan polisin siyahlara muamelesi değil, bunun yarattığı toplumsal tepki. 1960’larda siyahlara karşı mevzi kaybeden sistem, bunu siyahları (sınıfsal anlamda) ikiye yararak ve yoksul mahalleler üzerine bir karabasan gibi çökerek telafi etmişti. Dolayısıyla (genel bir eşit vatandaşlık perdesinin ardında) yoksul, şüpheli siyahların öldürülmesi ahval-i adiyedendi kırk-elli yıldır. Bugün değişen, bu meselenin başka sistem sorunlarıyla içiçe geçmesi. Amerika’da hareketlenen sokak, bu kanayan yaraya da el atmış oldu. Umalım ki, tüm yaralara sadece el değil, neşter de atsın.

“Nefes alamıyorum” ibaresi, önümüzdeki dönemde Amerikan isyanının sembol cümlesi haline gelecek belki de. Yasadışı şekilde sigara satan Eric Garner, silahsız olduğu halde, bir polis tarafından boğazlanırken böyle diyordu çünkü. Artık Garner’ın siyah olduğu için mi, yoksul bir seyyar satıcı olduğu için mi bu kadar kolay öldürüldüğünü okuyucunun yorumuna bırakıyorum. Kesin olan bir şey varsa, hukuk sistemi tarafından hasıraltı edilmeye çalışılan cinayetin, kamu vicdanında şimdiden mahkum edildiği. Bazı sporcular meydana “Nefes alamıyorum” yazılı tişörtlerle çıkıyorlar artık. Sokak gösterilerinde de bu slogana sıkça rastlanıyor.

Amerika ve Tunus’tan Türkiye’ye, nefessizler başlarını doğrultuyor

Aslında nefes alamama durumu, Amerika’yı çok aşan genel bir ruh ve beden hali. Hatırlayanlar vardır, Arap ayaklanmalarının fitilini de bir seyyar satıcının ölümü yakmıştı. Tunus’un yoksul taşra kasabası Sidi Bouzid’in delikanlılarından Bouazizi, günenlik görevlilerinin süregiden tacizine tepki olarak kendini ateşe vermiş, bu yüzden de Arap isyanının dört temel sloganından biri “haysiyet” olmuştu. Seyyar satıcılara saldırı sınır tanımıyor demek ki. Küreselleşme hiç bu kadar ete kemiğe bürünmemişti. Kötülük yek vücud olmuş, dünyanın tüm sokak satıcılarının üzerine çöreklenmiş, “Ya sen kendini öldürürsün, ya biz seni öldürürüz” diyor sanki. Artık Tunus ile Amerika arasındaki sınırın anlamı yok. Tüm devletler bir, tüm yoksullar da.

Nefessizlerin isyanı Amerika’yla, Tunus’la sınırlı değil. 2009’dan 2013’e, dünyanın bir çok yerinde ayaklanmalar çıkmış, fazla bir sonuç alamadan sönümlenmişti. Gezi de (günahıyla, sevabıyla) bu dalganın parçasıydı . Belki sokağın yavaş yavaş durulacağını düşünenler olmuştur. Ancak yaz aylarından beri Amerika’da bir ileri atılıp, bir geri çekilen polis karşıtı gösteriler, geriye döndürülemeyecek bir isyan dalgasının ortasında olduğumuzu gösteriyor.

Küresel başkaldırı (ve son günlerde Türkiye’de konuşulan) yerel “tehlike” birbirinden bağımsız değil. 1970’lerden beri tüm dünyayı belirleyen liberal siyaset ve ekonomi çöktükçe, ya yerine başka bir şey gelecek, ya da egemenler bu kadar huzursuzlukla başedebilmek için oldukça sert ve alışılmadık yöntemlere başvuracaklar. Her gün sokakta daha net hissettiğimiz sertlik, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil; ve sadece Erdoğan’ın kişiliğinden (ya da İslamcılığından) kaynaklanmıyor.

Şimdilik aşikar olan şu. Ne egemenlerin, ne de muhaliflerin bir alternatifi yok. Etrafta uçuşan fikirler var elbet. Ancak bunları sırtlayacak bir kadro, bir hareket ufukta görünmüyor—ne sistemin içinde, ne de dışında. Hal böyle olunca, egemenler sistemi yamayan ufak değişikliklerle yetiniyorlar. Sokak muhalefeti ise vurup, vurup geri çekiliyor. Giderek şirazesinden çıkan sertliği biraz da bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Durumun ne kadar özgün (ve vahim) olduğunu, 1920’lerin sonuyla karşılaştırarak anlayabiliriz. O zaman da sistem her açıdan çökmüştü. Ancak, karşısında açık seçik (muhalif) bir alternatif vardı: sosyalizm. Bu alternatifin ağırlığı altında bunalan hakim sınıflar, sistem içi (ve muhalefetin yükselttiği beklentileri karşılayabilecek) bir alternatif yaratmak zorunda kaldılar. Normal zamanlarda sıradışı bir iktisatçının çılgın fikirleri olarak bir kenarda unutulacak olan Keynezyan ekonomi, bu çözülme ve tehdit ortamında can simidi oldu. Kendi sol kanadının radikalliğinden ve faşizmden korkan, çok riskli altüst oluşlar yaşanmadan da iktidara gelemeyeceğini anlayan sosyalistlerin ekseriyeti, egemenlerle bu yeni, orta yolcu (görünümlü) ekonomi üzerinde anlaştı.

İçinde bulunduğumuz dönemde de, Keynezyan ekonomi ve benzeri can simitlerini isteyen çok arasa bulur. Ancak kendilerini sistematik bir tehdit altında görmeyen egemenlerin, böyle bir arayışı yok. Sokak aynı şekilde bunaltmıyor çünkü. Yani egemenler hala nefes alabiliyor. Önümüzdeki yıllarda eşitsizliğe, çevre felaketlerine, “iş kazaları”na, polis şiddetine, etnik-ırksal-mezhepsel ayrımcılığa karşı yığınla ayaklanma yaşanması çok muhtemel. Fakat 1940’ların aksine egemenler, bunların aktörleriyle uzlaşmak yerine, toptan bir baskı ve ideolojik terör ortamı kurmayı tercih edebilir bu sefer. Ve dolayısıyla 20. Yüzyıl’ın ortasında (hem tarihi, hem coğrafi) bir parantez olarak yaşanan totaliter 1930’lar, 21. Yüzyıl’ın hakim paradigması haline gelebilir. Bu farkın birden çok sebebi var elbette ama, en önemlisi şimdiki başkaldırıların “anarşizan” doğası. Kendilerini (çoğunlukla) ideolojisiz ve lidersiz olarak tanıtan günümüz ayaklanmaları, yönetenleri siyasi değil kriminal çözümlere itiyor. Yönetenlerin de bu yüzden çok üzgün olduğunu söyleyemeyiz.

Yeni yüzyılın üç ana bileşeni: duvarlar, kitleler ve arınma nöbetleri

Ayaklanmalar tarafından sıkıştırılan hakim zümreler, iki ana yönteme başvurabilirler. Birincisi, Hollywood bilim kurgu filmlerinin sıkça gündeme getirdiği duvarlar arkasına çekilme, kendini tamamen soyutlama stratejisi. On senedir bu temayı işleyen filmler saymakla bitmez (Hunger Games, Elysium, Upside Down, Total Recall, vb.). Zenginler iki tane dünya kuruyor: bir tanesi lüks içinde ve sağlıklı yaşarken, diğeri hastalığın ve polis terörünün pençesinde (bu filmlerde sadece sınıfsal kutuplaşmanın değil, süregiden Amerikan işgallerinin de gölgesini görebilirsiniz. District 9 bunun iyi bir örneği). Bu stratejinin öncüsü muhtemelen Amerika Birleşik Devletleri olacak. (Elbette İsrail, bunun küçük çaplı bir öncülü olarak görülebilir. Ben bu yazıyı yazarken, İsrailli bir asker Filistinli bir bakanın göğsünü dipçikle ezerek, temsili demokrasinin gittiği yöne işaret ediyordu).

Diğer strateji ise, neoliberalizmin yarattığı yıkıma karşı yüksek perdeden bağıran ama, kapitalist elitin ayrıcalıklarını koruyarak, hatta perçinleyerek otoriterleşen devlet-sivil blokları kurmak. Bu stratejinin provaları da (belki her yerden çok) Türkiye’de yapılıyor. Mesela, Yeni Şafak gazetesi uzun zamandır küresel başkaldırının farkında; bunu nasıl yöneteceğini düşünüyor kara kara. Sorunun basitçe bir faiz lobisi, Gülen darbesi, vb. olmadığını çok iyi biliyorlar. Türkiye’nin doğal kaynaklarını, ucuz işgücünü, ve tarihsel dokusunu on yıldır arsızca sömüren, tüketen, paraya çeviren bir güruhun, bir iki yıldır anti-kapitalizm, toplumsal kalkışma, cihad nutukları atması kısmen bu yüzden (başka nedenleri de var elbette). “Bu memlekete kapitalizm sonrası toplum gelecekse, onu da biz getiririz” demek istiyorlar.

Türkiye’yi tanımayan, Ak Parti’nin on iki yıl nasıl politikalar yürüttüğünü bilmeyen, bu kalemlerin partinin ve devletin en üst kademelerinde yer aldığından haberi olmayan biri bu yazıları okusa, bu zatları İslami Marksistler, veya kurtuluş ilahiyatını Müslümanlaştırmış radikaller ya da Ali Şeriati’nin kırk yıllık müridleri zanneder. Bizzat partinin Muhafazakar Demokrasi (resmi) kitapçığının (resmi) yazarı Yalçın Akdoğan, toplumsal adaletçi, devrimci önder Seyyid Kutub’u Siyasal İslam adlı kitabında (insafsızca) gömdükten sonra, Yeni Şafak yazarlarının toprağı kazıp Kutub’u çıkarmaya kalkışmasına ne demeli? Ak Parti Kutub ve benzeri (radikal İslami) düşünürlerin reddiyesi üzerine kurulmamış mıydı? Madem diriltmeye çalışacaktınız, on yıldır niye kendi satırlarınızda öldürüyordunuz merhumu? Şimdi karşımızda kalbi ve ruhu sökülmüş, uzuvları birer birer dökülen bir Kutub var. Böyle bir Kutub’dan ne adalet, ne devrim bekleyin. Ama tekfircilik ve seçkincilik bekleyebilirsiniz. Başka bir deyişle, “Yeni Türkiye” = Zombi Kutub dönemi.

İbrahim Karagül’ün yazıları bu konuda çok öğretici. Aşağıda bir yazıdan seçki sunuyorum, gerisinin de okunmasını tavsiye ederek:

“21. yüzyılda geleneksel çatışma biçimleri, savaşları yerine sokak hareketleri ve şehir savaşları [bekleniyor]. Ulus devlet ölçeği yerine kadim şehirlerin bir kimlik olarak öne çıkacağı, etnik kimliklerin yerini şehir kimliklerinin belirleyeceği [biliniyor]. …

“Sadece devlet gücüne, sadece güvenlik birimlerine dayanan çözüm örnekleri başarısız olacak ve kitlesel reaksiyonu daha da azdıracaktır. Olağanüstü hal yasaları çıkarsanız da, bunları uygulasanız da sokakların, kitlelerin öfkesini dindirmekte başarılı olamazsınız. …

“[G]elecek on yılların hep sözü edilen şehir savaşlarına tanıklık edeceğine, devlet iktidarının yanında yeni ve sivil güç yapılanmalarının ortaya çıkacağını ve bu durumun ülkelerin istikrarını birebir belirleyecek hale geleceğine inanıyorum. …

“Burada siyasetin yapacağı en önemli şey, büyük davalar, idealler, hedefler üretip kitlelerin bunu benimsemesini sağlamaktır. Devlet gücünün yanında sivil yöntemleri kullanmak, kitlesel eğilimleri yönetmeyi bilmek, devlet ve toplum ortak bir dil ve hedef geliştirebilmektir. Devletin sivilleşmesi, vatandaş gibi hissetmesi tek formüldür.”

Yani ideologlar şunun çok farkında. Gezi gibi bir çok ayaklanma olacak. Ve bir noktadan sonra polis şiddeti bunları bastırmakta yetersiz kalacak. Kitlenin karşısına (daha da örgütlü ve bilinçli bir) kitleyle çıkmak gerekecek. (Bu yeni ayaklanmalar döneminde egemen kalemler, devlet, sermaye, vb. isyanları hem siyasi hem sivil alanda yönlendirmenin, toparlamanın gerekliliği üzerinden örgütlenirken; solun ve liberallerin otonomomist, post-yapısalcı, kurumsalcı, vb. tezlerle oyalanmasının manidar olduğunu da geçerken bir not olarak düşelim).

Ancak Türkiye’yi böyle faşizan bir rotaya sokmak için muhalefet üzerinde kanlı bir terör estirmek yetmez. Ak Parti’nin kendi içinde de gayet kıyıcı olması gerekiyor. Çünkü Karagül’ün bahsettiği idealleri devreye sokmak, bedel ödenmeden yapılacak iş değil. İşte başka bir ideolog-bürokratın “Arınma” başlıklı yazısı, parti içinde yaşanan didişmenin iyice gün yüzüne çıkacağını muştuluyor:

“Bireyin ahlaken çöktüğü bir zenginliği ne yapalım? Biz Batı gibi zenginleşmek istemiyoruz, bizim farkımız var, bizim özelliklerimiz var. Biz zenginleşeceksek, güçlü olacaksak, süper güç olacaksak; bireyin ve ailenin ruhen, ahlaken, etik olarak güçlü olduğu bir yapının üzerinde yükselmeliyiz. Bunları söylerken çok uzaklardaki insanları tarif etmiyorum, başta kendim olmak üzere, bu satırları okuyan herkesi kast ediyorum: Hayatımızda yanlış giden bir şeyler var, önce kendimize bakalım dostum. İçimize bir dönelim, muhasebe yapalım, dertlenelim biraz. Bir arınmaya ihtiyacımız var. Bu ülkeyi, bu milleti, bu ümmeti seviyorsan eğer, bir dakika dur, kendine dön ve kendi hatalarını bul önce. Sonra hatalardan, günahlardan, yanlışlardan ve kötü huylardan arınmanın bir yolunu bul.”

Neredeyse sufi masumluğuyla yazılmış bu satırların sahibinin, bundan önceki ve sonraki yazılarında (öfkeyle) “kavgamız” çağrıları yaptığını göz önüne alırsak, arınmayanın arındırılacağını da öngörebiliriz. Bastırılmaya (ya da gizlenmeye) çalışılan bu hiddetin bir sebebi de, birilerinin tasfiye konusunda kendisinden daha atik davranması tabii. “Dışımızdakilere kan kusturacağız” diye bağırırken, asıl sıkıntının içte olduğunu örtme telaşı. Temizle(n)meyeni temizlerler. İbrahim Karagül’ün özlemini duyduğu çelik, kitlesel irade kurulurken, kimin, ne zaman, nasıl “arındırılacağı” belli olmaz.

Bu iki stratejiyi (yani duvar örmeyi ve yukarıdan kitle seferberliği inşa etmeyi) tamamen ayrı olarak düşünmemek gerekir. 20. Yüzyıl’ın sosyal, demokratik kapitalizminin yerleşmesi, palazlanması için faşizmin tasfiye edilmesi gerekmişti. Duvarlar arkasına çekilme stratejisi ise, totaliter yöntemlerle senteze açık (aslında İsrail, bu alanda da bir öncül). Ak Parti faşizanlaştıkça ABD ile ciddi sürtüşmeler yaşaması kaçınılmaz. Ancak parti tamamen kendini kaybetmedikçe, hem stratejik, hem ideolojik olarak ABD ile sıkı bir alışveriş içinde olabilir. Sonuç olarak da tek tornadan çıkmış faşist rejimler yerine, bu iki stratejiyi esnek biçimde birleştiren bir sürü faşizan ve otoriter rejim yayılabilir dünyaya. Böyle bir durumda Ak Parti iktidarı basitçe radikal İslami bir rejime dönüşmek yerine, neoliberalizmin, faşizmin, muhafazakarlığın ve cihadi İslamcılığın dalgalı bir bileşimi haline gelecektir. Böylesi bir fırsatçılığa “radikal” sıfatını değer görmek, uyanık ideolog ve bürokratlara gereğinden fazla şeref bahşetmek olur.

Siz nefes alabiliyor musunuz?

Bu gidişatı elimiz kolumuz bağlı seyretmemenin tek bir yolu var. Sadece “tehlike”yi değil, küresel başkaldırıyı da (olumlu ve gayet olumsuz yanlarıyla) ciddiye almak. Türkiye’yi (ve dünyayı) bu iki stratejinin (duvar örmenin ve faşizanlaşmanın) yaratacağı korkunç kabustan kurtarmanın tek yolu, şu anda ortak bir yönü ve dili olmayan başkaldırının, somut ve ikna edici alternatifler ortaya koyması. İslami hareketi en iyi tanıyan isimlerden biri olan Nuray Mert’in, rejim ve entelijensiyasındaki değişimi ele alan (ve “tehlikenin farkında mısınız” diye soran) yazısı hayli önemli. Tehlikenin farkında olmak elbette gerekli ama, yeterli değil. Meseleyi dindar-laik kamplaşmasına hapsetmemek için, küresel çözülüşün ve başkaldırının da farkında olmak lazım.

***

Milyonlarca ağacı kısacık bir yaz mevsiminde kesilen, ortak alanları günbegün yok edilen, kimi çocuk parkları dahi lağım kokan İstanbul’dayım şu an, ve nefes alamıyorum. Eric Garner’ı katleden el benim boğazımda sanki. Yıllardır Türkiye’nin dört bir yanında madencileri boğan eller de çelik bir yumruğa dönüşme azmiyle gırtlağıma doğru uzanıyor. Ciğerlerim daralırken beni ayakta tutan tek şey, nefessizlerin birleşme ihtimali. Ferguson’dan, Soma’dan, Sidi Bouzid’den bir uğultu geliyor kulağıma: “nefes alamıyorum”. Gezegenin geleceği bu sesin bir alternatife dönüşmesine bağlı.

[Bu makalenin orijinali T24`te yayımlandı.]

  • ALSO BY THIS AUTHOR

    • From the Gezi Uprising to the 2023 Earthquake: Charting Turkey’s Ecological Destruction and Reconstruction

      From the Gezi Uprising to the 2023 Earthquake: Charting Turkey’s Ecological Destruction and Reconstruction

      Guided by international authorities, the Turkish state and its capitalists set sails to a path of massive creative destruction in 1980. Social forces that could negotiate or resist this route were crushed. They have been trying to reorganize ever since, but with no clear alternative project for the present and future. The devastating events of February 6 show that we are getting closer to a point of no return. The only hope is for the current moment to create sustainable dynamics of opposition to, and mutual aid in the midst of, ecological destruction. For this, we need to take lessons from the gradual dissipation of ecological voices after the Gezi Uprising.

    • One World, in Flames, From California to Turkey

      One World, in Flames, From California to Turkey

      The politicization of wildfires across the world shows toxic commonalities in quite different contexts. Just like the partially common causes of the fires, these similarities of politicization require us to think outside the box. If disasters are not re-politicized in a transnational way, each of us will pay an increasingly high price. My experience as a resident and parent in two disparate world regions has taught me this lesson the hard way.

    • Islamic Movements, Industrialists, and Aid

      Islamic Movements, Industrialists, and Aid

      The strengths of Utku Balaban’s account are the parsimony and the emphasis on Islamists’ relation to the world economy. The role of small industrialists in the success of Islamist parties is crucial. They have been central to almost every major twist and turn in Turkish Islamist politics. However, this role can be overemphasized. In Balaban’s analysis, the specificity of the interests of politicians, activists, and working classes tend to be reduced to the interests of small industrialists. Even though the latter can explain a lot, they can’t explain everything. Balaban states that the exceptional strength of Turkish small industrialists (in comparison to small industrialists in other Muslim-majority countries) is the main factor that rendered their coalition with Islamists sturdier than anywhere else. Yet he doesn’t tell us who these Islamists are, what they want and why, and how their activities have metamorphosed in the last few decades.

Occupy Gezi as Politics of the Body

Since the Gezi resistance started with bloodshed on 31 May, it has had an “anti-depressant” effect, as a friend of mine puts it, as much as it has been nerve-racking. During this period where each day has been prone to new crises and normalcy was completely disrupted, we simultaneously experienced the peaks of ecstasy and the depths of sorrow.

Analyzing such an intense event naturally requires taking some distance. Pending systematization, however, the vivid memory of each day impels one to put on paper multifarious ideas that resonate well with the resistance. Each morning, many bodies with sleep deprived eyes wake up in Istanbul, Ankara, Antakya, Urfa, and Denizli to take to the streets once again, after having quickly checked the latest news in the social media. They are astonished and impressed that they can still walk, run, stand up, and carry provisions for those in the parks. Exhausted bodies rejuvenate with every new threat that the government utters, and with thousands, tens of thousands of others they begin flowing to Taksim, Kızılay, Kuğulu Park, Gündoğdu, Abbasoğlu, and Yeniköy Park carrying home-made gas masks, swimmer goggles, anti-acid solutions, and whistles.

No one does or can govern these bodies. The masses that gather in public spaces are not formed by virtue of transferring tax money into the wallets of partisans. No one provides shuttle buses for them; no one gives them flags, or feeds them with sandwiches. No one assigns them the slogans they shout out during the demonstrations. Bodies that take heart from knowing that they are not alone do not count, or count on, numbers to meet with others in communal or virtual spaces. One standing man suffices for thousands of others to take to the streets. After all, “one” is also a number…

The government, whose tactlessness prompts these resisting and standing bodies to convene again and again every single day, could not have missed the significance of this body politics. These bodies naturally do have a language, even a few languages that are at times congruent and at others incongruent; however, as a whole, they constitute a politics of the body. The rage and dreams that have been embodied in tweets and graffiti since 31 May turn into material realities through the physical existence, visibility, and endurance of the bodies. If history is being rewritten, then its subject is the body.

Four of these bodies lost their lives during this war that the government has waged on society. Thousands of bodies have been beaten up: some lost their eyes, some received irretrievable injuries. Skins were burnt under the water from the cannons, “laced” with chemicals for maximum harm; lungs were choked with tear gas. Pounded arms, legs, and heads got crushed and broken. The long-term effects of the tons of chemicals dumped on bodies are still unknown. What is known, however, is that these chemicals killed hundreds of cats, dogs, and birds, and that they did harm to countless insects, butterflies, and other smaller organisms.

The apparatuses of the state, and the vehicles of death that responded to Gezi’s politics of the body, attempted to imitate the life force that they failed to extort. In response to the huge numbers that filled the parks and squares and astonished everyone without exception, they hoped to gather partisans together in scripted rallies. They began comparing head counts; they calculated representative percentages. When the calculations did not match, they increased the number of police in body armor and helmets and moved them from protest to protest. They built walls of flesh and steel against the wave of resisting flesh. When that did not work, they offered these bodies—which have been in contact with each other physically and virtually through meetings, banners, and tweets—a mise en scène of dialogue, the conditions of which were more or less already determined. They could not even wait for this attempt to yield fruit; two warnings and a command were enough to launch an assault to remove the bodies that produced an alternative sociability from the park, from the space in which physical resistance could be transformed into a life style. They freed the public space of the public. They collected all the banners, pictures, and colors one by one to erase them from social memory. They stripped all the trees, each dedicated to victims of state violence; they appropriated the barricades that were named after tens of people who had undergone physical and psychological torture, and they tore them to tatters. They destroyed the efforts to keep alive the memories of Fikret Encü, who was a victim of Roboski; Metin Göktepe, who was tortured and killed in detention; Dicle Koğacoğlu, who could not take all the sorrow inherent in this society any more; and the Surp Hagop Armenian Cemetery, which was destroyed by Turkish racism.

The only thing that remains is a politics of the body—but the bodies that produce this politics differ from what Giorgio Agamben calls “bare life.” They are not “mere” bodies that the arbitrary will of a sovereign can isolate from society, oppress unceremoniously, or push to the margins of the symbolic world. Rather, they evoke what Ernst Bloch calls “the upright man,” the collective Prometheus. Bloch writes:

Nothing is more fortifying than the call to begin from the beginning. It is youthful as long as it is; to it there belongs a young and aspiring class. It is innocent of the bad things that have happened, for it has never had a real opportunity to be guilty. When this happens, justice has the effect of a morning; it opposes itself to that eternal sickness which was handed down before it. Beginning anew is freshness through and through; it is a first if it appears completely ahistorical, and if it seems to lead back to the beginning of history….It carries the image of the pastoral mood, of the shepherd, of the simple and upright man; one can play with it even in the dark.[1]

Gezi is the struggle of disorderly bodies, those who do not have any dispositif other than their own bodies, against the death machines. If the machines are regulatory instances that follow commands and extort public spaces of mobility with force and violence, then the force they face is the resistance of life itself. Life flourishes at the most unexpected moments and places, just like weeds that crack the concrete and spring out of it. No apparatus of the state can succeed in dominating life absolutely.

The state seeks order; it can control only those whom it orders. It cannot cope with the demand of "freedom"; it has to ask questions such as “freedom for whom,” “freedom for what,” or “freedom under what circumstances” in order to tuck freedom into neat boxes. Order draws borders, fixes identities, and defines. It attempts to establish a hierarchy. By telling parents to take their daughters and sons home from the park, it both brands the resisting bodies as "children" and tries to trigger into action the nucleus of society: family. Through its rhetoric of security, it attributes the risks of its own making to the resisting bodies. It hangs its own flag or banner on the bodies that it prefers knocking down rather than protecting. It punishes those who do not obey; it uses punishment as retaliation. It operates through censorship, threats, and propaganda.

Life, on the other hand, is a constant flux. It challenges borders and moves beyond them. It opens up to circulation those spaces that are closed off due to construction; it paints such destructive vehicles as bulldozers pink; it transforms steps into tribunes, pieces of iron into wish trees, and trees destined to be cut down into monuments. It walks on highways and bridges that are closed to pedestrians. It does not like the empty and the sterile; it covers them up with banners, slogans, tents. It leaves its mark on every surface. It disrupts silence at times with pots and pans, and at other times with a tune from a piano. It plays with identities and definitions; it makes them fluid; it renders them indistinguishable. It can make fun of both itself and the established order thanks to its humor. By changing one single letter in a word, it can ridicule the heaviest of symbolisms. When the state apparatus sends a riot-intervention vehicle to pour tear gas on it, life stops to catch its breath for a while and goes right back to resisting. When a body grows tired, it gets replaced by a reinvigorated one. Life turns into thousands of fingers that tweet and take photographs when the state apparatus sends down vehicles of propaganda. It stops its wheelchair to grab the flag that fell on the ground while escaping from tear gas. It apologizes when it steps on someone`s foot while running; it calms down those who panic.

It is obvious that these bodies that fascism wants to militarize will not assume any ideological identity. When they do not drink alcohol, they ridicule conservatism; when they lie under a TOMA, they make fun of liberalism, which claims that life is the most valuable good. Orthodox Marxism cannot decide under which class struggle these "çapulcu" bodies are to be subsumed. As long as they stay in physical contact, as long as they remain as collective Prometheuses, as long as they—have to—continue the resistance, they grow accustomed to each other`s colors, languages, and genders. They disrupt the behavioral rules that ideologies and institutions expect from them. The natural or moral instinct of protection that has been attributed to mothers loses ground when female bodies participate in the resistance alongside their children. The nationalist and the Kurd exchange anti-acid solutions in gas-filled hotel lobbies. The upper-class college kid drinks the water handed over by the kid with an Anonymous mask without needing to ask what neighborhood he’s from. Soccer fans save their curses for the police rather than for their rivals.

What comes out of all this is trust, not chaos. That`s why the bodies multiply with every gush of tear gas, spaces expand with every police attack, and the quality of contact among the bodies increases with every propaganda speech. The life woven together by bodies born in Gezi is so tenacious that the government is right in fearing it. The power of these bodies stems from their capacity to mutualize endurance, rather than vulnerability (as Judith Butler envisioned they would). One would need to look into the extensive interstices of this politics of the body, rather than into macro-level discourses, to begin deciphering it.

NOTES

[1] Ernst Bloch, Natural Right and Human Dignity (Cambridge: MIT Press, 1987), 61.

[An earlier version of this article was published on 26 June 2013 on BIA ("Independent Communication Network"). The link to that version can be found here. This article was translated from Turkish by Gülfer Göze.]